
son günlerde etrafta dolanan sosyal içerikli bir videodan esinlenerek hüzünleniyorum yine... "Sevgili 16 yaşındaki halim" diye başlıyor her cümle..... sonra oturup düşünüyorum... 16 yaşındaki halim sevgili mi diye....
eğer spielberg in dmc sine ben binebiseydim ve 16 yaşındaki halimi görebilseydim ne derdim acaba?
sevgili 16 yaşındaki halim... üzülme... 11 yıl sonra hala aynı salaklıkta olabiliyorsun....
sevgili 16 yaşındaki halim.... o gün o pencere kenarında otururken yaptığın davranışı ve o halini asla umursama... hatanın farkında olanın sen olmadığını hala biliyorsun ama her zaman haklı olmanın yararlı olmadığını biraz daha erken anla....
sevgili 16 yaşındaki halim.... o otobüste hepiniz gibi sende çocukluğunu yap ve o şarkıya eşlik et....
sevgili 16 yaşındaki halim... bir eylül günü, tuna lisesinin 3. katında tüm okulun gelip geçişini izlerken parmaklıklarda, gözünle, bir kere bile olsa o günkü gibi yapma... kaçırma... doyasıya bak gözlerinin içine... gelip geçenleri bir daha hiç görmeyecek hatta hatırlamayacaksın işte.... yılların sana hata yapma hakkında pek hoyrat olmayacağı kesin döneminde aynı çekingenliği besleme....
içinde bulunduğun sistem yanlışlarının bedellerini doğrularını silmekle ödetecek sana, bunu asla unutma... en fazla 3 yanlış hakkı tanındı sana, o da hak sayılırsa... ve o gün, boynun tutulurcasına pencereden bakarken, yitip gidenlerin hatırına 4. hatayı yapma....
ve sevgili 20 yaşındaki halim.... sakaryanın en işlek caddesinde oturup sakın ama sakın yanındaki adam gibi adamın gözünde o hale gelme. o akşam üzeri, dondurmayı ısmarlayan adamın yüzüne öyle bir bak ki, gözyaşından daha değerli bir hediye aldığının farkında olsun....
ve sevgili bugün... bunların hepsini yeni kararmış bir oda da işten gelip kanepe üzerinde otururken bana hatırlattığın için asla hayıflanma... bunlar benim... ben kalacağım...
ve bundan11 yıl sonra da bugüne; sevgili 27 yaşındaki halime diyeceğim şu ki.... o gün o yazıyı yazma.....

"öyle karanlık bir geceyim ki; ay'a isyan ettim" diye başlar bir mevlana şiiri...bu neyin isyanı bilinmez onun gözünde evet ama yalnızlığı olduğu sonunda; "Şems e benzediği için ben güneşe isyan ettim" diyince anlaşılıyor derdi mevlananın...
dert çok hemdert yok bilirsin, klasik yaşantının modern bu ayağında.. ya da günümüzde sade olarak.zaman kavramı üzerinde derin endişe ve düşüncelierimin olduğu şu sıralarda hani olsa da mevlana ile karşılaşsam ne der, neyi soradım dememiş de değilim hani.
neyse bir soda daha açıldı hayata... hazmedebilmek için zamanında geçmeyenleri....
bazen içini öyle acıtır ki hayat, yapman gerekenin dışında o kadar çok şey yapmaz ve o kadar sessiz kalırsın ki...
yani en iyi bestecinin, o kadar iç dağlayan sözleri aklına gelip de eserini sadece enstirümantal vermesi gibi kalırsın....
en iyi seslerden kurulan bir koroya sadece davul eşlik ederken bakarsın.... ve o kadar acıtır ki..... hayatın boyunca aklından geçirdiğin sahneyi çekebilecekken sadece bir fotoğraf karesine sığarsın.... belki de kadrajını açmadığın karanlık bir sahne olarak kalırsın....
ve bazen öyle olur ki; yerde yatan bir ölü görsen bile hayatına bakarsın...
ve bir gece o kadar sessiz kalırsın ki, öksürürken çıkardığın sesin senin olduğunu anlarsın...

bayram bayram dedikleri; herkesin normal gün içinden daha şık ve yeni elbiselerini giyerek evde oturmasıymış....
iyi bayramlar... eski bayramlar değil özlediklerimiz... bayramın eskitilmesi içimizi burkan....
birde çok gereksiz bunaltan mesajlar....

tozlanmıştı KAĞKAR!.... eski bir film, eski bir klip sahnesi gibi üfleyerek elleriyle sildi tozunu...
toz kokan, nemlenmiş sayfalarında gezdi, kurşun kalemin izlerinde kalan gözleriyle....
askerliğinde tuttuğu güncelerinin ve yazıların not defteriydi bu.
gözü gördükçe katlanan gönlünde sızılar oluşuyordu...cam kenarında kendi izdüşümüyle seyrettiği İstanbul-Ankara karayolu geldi gözünün önüne, bu sisli istanbul akşamında...
bişeyler oluyor istanbula... yine kasım ayında... sisli ve içini titreten gecenin sıcaklığıyla yürüdü yollarda titreyerek... binlercesini yaşadığı hislerin oluşturduğu bir yükle sırtında....
"insan en çok ne zaman ağır hisseder kendini?" diye sordu kendine... "hayalleri sırtında birikince" dedi içindekine... tek başınalığının tadını doyasıya çıkardığı son gecelerinde, düşünür olmuştu sesizliğini... uzak kalışlarını, etrafına...
ezgiler yankılanıyor kulaklarında... hayaller hala gözlerinde... tüm bu sanallıklar alıp götürüyordu onu içine girilmesi vizesiz olan yüzlere.....
hiç bir kasım ayı kadar uzun olmamıştı bu gece... paranoyanın doruklarında kalabalık bir acıyla.... boyutlardan sıyrılmanın manasızlığını saatine bakınca anladı...
zamanın içinde yine kaybolup gitmişti yarıda kalanı... her hal ü (sinasyondu)...
içinde bilmediği bir dilin hikayeleriyle oluşmuş bir kitap gibiydi gece.... anlamak için çılgınca, sadist bir istekle baktığı tüm sayfalarında, kulağa aşina ama bilinmeyen kelimelerin yüksek sesle okunması gibi anlamsızdı bu istek oysa...
hiç anlayamacağını anladığında geceyi, ışığı yaktı hayallerinin çığlıklarıyla... yanan ışıkların içinde, kaybolmuş iki yüze merhaba... hoşgelen bişey varmıydı bilmiyordu... elinde, acı tadıyla yüzü buruşturmuş bir soda.... önünde yazısı hiç bitmemiş bir sayfa... gözünde hislerine hasret, aslında tükenmiş bir kalemle, ilk çizdiği kelime oldun gözbebeklerinde.....
Sanada Günaydın İstanbul......diye...

birşeyler yaptığını sandığın bir sürü zaman geçirme şeklinin içinde aldanıp kendini hayata kaptırmışken birden bir anın değeriyle uyanıp hatırladığında o tarifin içinde olması gereken mutlak kelime "amaçsızlanmak"tır geriye...
yine bir kasım ayı.. yine amaçsızca bakıyorum güneşli günde titreyerek güneşe.......
hayali arkadaşları vardı önce. hayali yaşardı günlerini, çok konuşurdu onunla bir zamanlar. belki küçüktü, birşeyleri saklamak ya da kimseyle paylaşmak istemediği için hayaliyle paylaşırdı kendini... çok anlatırdı, herşeyini.
şimdi arkadaşlarıyla birlikte kendisi hayal olma yolunda... pekçok yaşanmışlıkları gibi.....
04.03.2009

bu tarz yazılar yazmak için çok yaşlı sayılmam aslında. yani 150 yaşında felan değilim :D onun yarısı 75 de değilim şimdilik :) neyse akşam arkadaşımla konuşurken sohbet açıldı da 90 lı yılların kasetleri ve o haller. barış manço dan açıldı söz ben hayranlığımdan bahsettim ona sonra benim barışmanço koleksiyonumdan bahsettim kasetlere kayıtlı radyo röportajları var bende kayıtlı o zamanlar radyo dinler ve kasetle yapardık pekçok sanatsal aktiviteyim :))
biz o zamanlar 90 lık RAKS kasetler doldururduk dedim ki hakikaten öyle :) şarkı listeleri çıkartırdık giderdik mizkçilere o zamnalr mahalle aralarında köşelerinde kasetçiler vardı korsan cdciler gibi değildi iş yani :)
laf lafı açınca aklıma; ben, ilk ve orta okul zamanlarında aile eşrafımın tamamı çalıştığı ve bende öğlenci olduğum için sabahları evde tek kalırdı oynadıklarım geldi aklıma tabiki.. elde tarak çıkardım böyle sandaliyelerin üzerine ki kendisi sahne metaforu oluyor :) elde kullanılmış kıllı bir tarak :)) ki o da mikrofon metaforudur :) şarkılar söylerdim... londra köprüsü yıkılıyor diye yaylı yatağa bırakırdım kendimi :))) ne kadar hoşuma gitti şimdi bak özledim :)) dur yapmaya gidiyorum :) hem zıplardım o yatagın üzerrinde hakikaten yaa ( anneeeeee nerde o yatak yaa :) ))) zannımca ondan şu sabit duramama halim :)) sürekli hareket ederim yaylı bütün oturma eşyalarında :))
şimdi böye nostalji geyiği yapacak değilim ama özledim yaa :))) gülmek var yüzümde şimdi... çok sevindim saol bu muahbbet için :)) hele ki öyle bir akşamda ;)


bir gece; beklerken geçmesini zamanın, aklının en ücra köşelerinden geçen bütün hislerin ve düşüncelerinle yoğunlaşıp hayallerine, beklenilenin sabah karşında olamayacağını anlayınca hüzünlenip, ah vah edip hırpalıyorsan hala kalbini; platonik bir hayatın en derin kuyularından birinde, kendini kaybetmiş bilakis kaybolmuş girdaplarında beyninin, bir kişi olarak gözlerini; yarısı bir yola bakan, yarısında silik bir şekilde seni gösteren, hafif loş bir salondaki o camdan bakarken, yola değilde kendi yansımana, hissedersin ağladığını içinin...
ASLINDA AŞIK OLMANIN BİR YALNIZ KALIŞ OLDUĞUNU VE HERHANGİ BİR BİRLİKTELİĞİN HİÇBİR AMAN BİR AŞK OLAMAYACAĞINI...
bütün anlamsızlıkların anlamını bulduğun. aslında düşünürken bile o olduğunu, hiç bırakıp, bırakılıp kalmayışının bir yakınlık oluşunu...
gecenin birinde, yıllar evvelinden gelen bir hatır; seni, götürecekse geçmişe. hala ağlatacaksa gelmemiş günlere. ağlarken aslında bu durumun onlarca hatanın bedeli olduğunu anladığında, bağıra bağıra söyleyince dönence misali " uzaklarda bi yerlerde birşeyler kök salıyor..." diye.... işte o zaman tam işaretlerinde ne bir DİA; ne de bir CİVA olabildin hayatında...
KAĞKAR kaldı o günlerden bana......

pek yaptığım birşey değildir ama üstad perçinledi beni ekrana... defalarca okuduktan sonra bilenlere hatırlatma bilmeyenlere selam olsun diye yazmaya karar verdim... bir sohbetim esnasında bana cevaben söyleniyor....teşekkürler dileyerek.....can yücel anlayamadım diyor
Bunca zaman bana anlatmaya
çalıştığını,kendimi
bulduğumda anladım.
Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu
varmış,
Kendi yolumu çizdiğimde anladım..
Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat,
okuyarak,dinleyerek değil..
Bildiklerini bana neden
anlatmadığını, anladım..
Yüreğinde aşk olmadan geçen hergün
kayıpmış,
Aşk peşinden neden yalınayak
koştuğunu anladım..
Acı doruğa ulaştığında
gözyaşı gelmezmiş gözlerden,
Neden hiç ağlamadığını
anladım..
Ağlayanı güldürebilmek,ağlayanla
ağlamaktan daha değerliymiş,
Gözyaşımı kahkaya çevirdiğinde
anladım..
Bir insanı herhangi biri kırabilir, ama bir
tek en çok sevdiği acıtabilirmiş,
Çok acıttığında anladım..
Fakat,hakedermiş sevilen onun için dökülen her
damla gözyaşını,
Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler
terkettiğinde anladım..
Yalan söylememek değil, gerçeği
gizlememekmiş marifet,
Yüreğini elime koyduğunda anladım..
''Sana ihtiyacım var, gel ! ''
diyebilmekmiş güçlü olmak,
Sana ''git'' dediğimde anladım..
Biri sana ''git'' dediğinde, ''kalmak istiyorum''
diyebilmekmiş sevmek,
Git dediklerinde gittiğimde anladım..
Sana sevgim şımarık bir
çocukmuş,her düştüğünde zırıl
zırıl ağlayan,
Büyüyüp bana sımsıkı
sarıldığında anladım..
Özür dilemek değil, ''affet beni'' diye
haykırmak istemekmiş pişman olmak,
Gerçekten pişman olduğumda anladım..
Ve gurur, kaybedenlerin,acizlerin maskesiymiş,
Sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış,
Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım..
Ölürcesine isteyen,beklemez,sadece umut edermiş
bir gün affedilmeyi,
Beni afetmeni ölürcesine istediğimde
anladım..
Sevgi emekmiş,
Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak
kadar sevmekmiş
akşamın eğlenceli bir saati. geceye yakın ruhlar gibi geziniyor insanlar ve aralarında bir Hakan meydanında bir şehrin...
akşamın kime göre eğlenceli olduğu belli olmayan, hatta kimilerine göre eğlenceden çok işkence saatleri olan, ayak seslerinin daha yeni duyulmaya başlandığı sokaklarda...
adı belki de UMUT... yaşı 11-14 arasında....
elinde siyah (ki bahtı gibi) kocaman bir torba... içinde kağıt mendil paketleri.. tezat o ki mendiller beyaz o siyah torbada...
adı belki de ÜMİT...
yarınlar aslında çok uzak değil ümidiyle yaşayan, bedeni çocuk ama yüreği kimbilir kaç devrim geçirdi hemde ideolojik olmayan.
iki, şehrin üniversitelisi kız.. kol kola giderken o saatlerde caddede, aksi yönünde maganda ordusunu bile medeni bırakabiliecek bir grupla karşılaşöadan duydukları son ses belki de "abla be bi selpak be abla..."
çocuk esmer. talihinin rengi teninden poşetine aksetmiş Ümitli Umudun her durumda...
hırçın bir hareketle çekiliyor UMUT ters yöne. maganda ordusunda artık ÜMİT 'i. ama nafile, bunlar o iki kıza akıllarınca hava, ÜMİT ime fors sattılar olmayan akıllarınca.
ÜMİT e bişey söyledi biri içlerinden. sonra yüksek sesle " koş ablan seni çağırıyor galiba..."
ÜMİT in dünyası çok küçük, o anda başına yıkılsa; rüzgar değdi sanar saçlarına.. gözlerinde ÜMİTin iki berrak damla; " ne olur abi alay etme bidaha..."
alay edersin tabi tabağında çorban oldukça. ÜMİT in başına, hayalleri geniş, UMUT u pek bir dünya yıkılıyor oysa. ruhu bedeninde o kadar yaşlanmış ki, < ölmek asıl doğmak > sandı o anda...yaslandı bir çöp kutusuna...
ogün gelecek be abi. yanaklarında tüm saflığıyla iki berrak damla dans edercesine, hüzünlü bir musiki gibi eşsiz, yıkılmış bir hayal gibi çaresiz, yarım kalmış bir UMUT kadar ÜMİTli. Sonuçta damlalar berrak hala...
Ağlayamaz ÜMİT im, akşamın en eğlenceli saatlerinde. onun kardeşine bir selpak; garanti demek. bu eğlenceli akşamdan yarına bir ekmek daha garantisi... bu, ışıldayan iki berrak gözün, kendinden daha berrak damlalarının aktığında uzaklarda kayan bir yıldız gibi UMUT larda...
sonuçta selpak; beyaz hala! torba siyah kalsa da....
11.03.2006 çark / sakarya...
yaşlandın be kağkar :)))
hemen akıllarda;
"iyi ki doğdum.. gördün mü 25 oldum :))))kalamam hayatın köşesinde derdim ama :))" neyse.... hasılı 28.11.1984 yılında veledin b iri çok lazımmış gibi bakırköy de ağlamış... soğuk olduğunu düşündüğüm bir kasım sonunda sabaha karşı gelmişim ahanda buralara...gel zaman git zaman yılların içinde neden hala burda olduğunu anlayamadı...
niçe ağladığında neler olmuş bilirsiniz...bende öğrenmek üzere yola çıktım.. hani şöyle bir durum vardır ya.."başucu ya da elinden bırakamama".. aynen o durum... tavsiye olsun bir hastanın nasıl hasta bir doktorun nasıl doktor olduğunu anlayabilmenin en etkili yolundan biri.. kendine güvenen sorgulamaktan çekinmeyenlere yoldaştır....
'yinede en çok çiy damlası en sessiz gecede düşer biliyorum'
"ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yokum"
"evlilik bağını koparmanız onun sizi koparmasından daha iyidir !!"
vs vs...
bugün hayatımda yürüdüm az önce.... sis çöreklenmiş istanbula.... göz gözü görmüyor.... beş metre sonran meçhul....
hiç hayatınıza benzettiğin bir yolda yürüdün mü kağkar? sisli ve atacağın on adımdan sonrasını kestirmek imkansız...
istanbulun biraz daha sesiz olmasını diledim oysa her adımda... köpeklerin havlamaları arasından ürkek bakışlarla geçerken hayatına giren girmiş girebilecek bütün insanları düşünürken... neden birileriyle görüşüyor olmalısın? sorularıı arasından çıktım....
sıkılmış veya sıkılacak bütün eller gibi meraklıydım oysa sana.... garip bir gece... sisli bir gecede o buharı koklayarak içime çekerken fazlasından olacakk öksürürken geldi aklıma çizgilerim... duvarlarına resim çizilmiş bir ev gibiyim...
soğuk bir yürüyüşün içinden yanarak geçen bedenim gibi ani soğuma ile şok geçiren bütün duygularım gibi hissiz şu an gözlerim...
insalar üzerinde etkilerin açısından hayatsal sorgulamalar içinde ilişkilerin ve ilişkilerin arasında ve içinde sen yatarken kendini bunlardan ayrı bişey gibi düşünüp böyle davranmak acı veren hatta acımı besleyen aortum...
dedim ya tanıdıgın insanlarla neden iletişim kurmalıyım? yada kurmadığım ilişki için vicdan denen zindanda kaç yıl yatarım... umursuzluğunda hüküm süren bütün düşüncelerinin kahramanı olarak sen oskarını kimden alasınki bu sahnede...
bütün kötü alışkanlıklardan tadasım var bu gece....